İnsan “düşünen” ve “eylemde bulunan” bir varlık olarak fiziksel ve toplumsal çevresine etki eden, birbiriyle karşılıklı ilişkiler kuran bir varlıktır. Var olmak, bu anlamda, bir ailenin; bir mahallenin, bir milletin, bir devletin unsuru olmaktır. Bu açıdan birey, toplum içindeki davranışlarını keyfine göre yapamaz. İnsanlar mademki topluluk hâlinde yaşamaktadır, o hâlde toplumsal uyumu, işbirliğini en iyi şekilde sağlayacak değerler ve davranış tarzları üzerinde düşünmeleri gereklidir. Dolayısıyla yeryüzünde bütün insanlara öğütlenebilecek eylem ilkelerinin veya belirlenmiş temel kavramların, yani evrensel ahlak ilkelerinin olması doğaldır.
Bireysel ahlaklılık, yani erdemlilik, bilgiyle olur. Erdemli insan bilgili insandır. Bu bilginin içeriği, “iyi”dir. Bütün erdemler doğrudan bilgeliğe ya da bilgiye dayanırlar. Bilge kişi bile bile kötülük yapmaz; çünkü sorumluluğu olan şeyleri olmayanlardan ayırt eder, iradesini kendi sorumluluklarıyla sınırlar; böylece geri kalan şeyler karşısında mümkün olduğunca etkilenmeden tahammül eder. Cahillik, bilgisizlik bütün mutsuzluk ve acıların kaynağıdır. Kısacası, erdem bilgidir.
Bilginin elde edilmesinde mantıksal (akli) tutarlığa dikkat edilmelidir. Teorik ve akli bilgi, temel bilgidir. Bu temel bilgiye uygun hareket etmek, “iyi”dir; uygun hareket etmemek “kötü”dür. Görüldüğü üzere, çeşitli erdemler olduğu tasavvuru sadece bir görünüştür; aslında tek bir erdem vardır. O da “iyi”nin bilgisine sahip olmaktır. Üstelik buna sahip olmak yetmez, bilgiyi erdem ve yaşantı durumuna getirmek gereklidir; yani onu canlı, somut bir hâle dönüştürmek hedeflenmelidir. İşte bu anlamda pratik varoluş, “iyi” tasavvuru etrafında düzenlendiği için ahlak/etik, felsefenin bir parçasıdır.
İslamiyet açısından bu nokta, Kaside-i Burde’de veciz bir şekilde şöyle belirtilmektedir: “Amelsiz sözden Allah’a sığınırım” ve “Sana iyiliği emrettim, lakin emrettiğim şeyi ben yapmadım ve dürüst davranmadım.
Öyleyse benim sana ‘doğru ol’ demem neye yarar?”2 Görüldüğü üzere, sadece bireyin iyilik ve takva üzerinde yardımlaşıp, doğru ve mutlu yaşaması, kötülüklerden kaçınması yeterli değildir; bunun yanı sıra iyiliğin toplumsal hâle gelmesi için müminler arasında dayanışma gerekir.
Kur’an-ı Kerim’de bu nokta belirtildikten sonra teyit olarak bir de “Günah işleme ve düşmanlık etme hususunda yardımlaşmama” (Mâ’ide, 5/2) talebinde bulunulmaktadır. Eğer bu gerçekleşirse; insanlığın doğru ve mutlu bir hayat sürmesinin şartları oluşmaya başlar.
Toplumsal ahlak diyebileceğimiz bu düşüncenin gerçekleştirilmesi devlet ile mümkündür. Zira kendisiyle barışık insanların bir araya gelerek aile kurmaları yeterli olmaz, bireysel ve ev yönetiminde tespit edilen düzenli iş bölümü ve ortaklığın/yoldaşlığın aynı şekilde toplumda devam etmesi gerekir. İhtiyaçların ve yeteneklerin çeşitliliği, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmayı ortaya çıkarır. Bunun gereği olan iş bölümü sayesinde medeni hayat mümkün olur. Medeni bir hayatın sürdürülebilmesi için, insanların kötü yönlerini ortaya çıkaran güç elde etme hırsı ve şehvetlerinin kontrol altında tutulması, ancak sivil bir otorite veya yönetim (siyaset/tedbir) ile olur. Bu anlamda siyaset, medeni hayatın sürdürülebilmesi için insanların kendi iradeleriyle belirlediği bir mekanizmaya işaret eder; yani beşer olarak, bir nevi hem kanun koyucu, hem de uyruklar olarak işlevseliz. Bununla birlikte sorun, son tahlilde, bireysel olarak “Her şeyin kendine göre ölçüldüğü ‘iyi’nin bilgisinin kaynağı nedir?” sorusunda düğümlenmektedir.
Bu sorunun cevaplanmasında hem ferdî hem de ilahî bir boyut vardır. Şöyle ki, İslam düşüncesine göre, ifrat ve tefritten sakınarak erdemli bir hayat için bu sorunun cevabını aramak, bireysel açıdan önemlidir. Ev, mahalle, şehir, millet isimlendirmeleri altındaki toplumsal hayatımızın ilk aşaması, bireysel olarak erdemin özü olan ifrat ve tefritten kaçınarak, “iyi”nin ne olduğunu bilmekle başlar. Bu sorunun ilahî boyutu ise, her şeyin ölçüldüğü ama kendisi ölçülemeyen, mutlak ilke olan Allah açısından değerlendirilmelidir. Önemli olan, her şeyin etken sebebinin “O” olduğunu idrak etmek, onun bilgisine uygun yaşamaktır.
“Her şeyin kendine göre ölçüldüğü ‘iyi’nin bilgisinin kaynağı nedir?” sorusunun cevaplanmasında ilk boyut beşerî; ikincisi ilahî iradeye tekabül eder; zühd ve takva, bu ikisinin uyumuyla ortaya çıkar. Bunu gerçekleştirmek, ancak ilim tahsili ile mümkün olur. Kur’an’ın belirttiği ilme’l-yakîn aşaması buna işaret eder (Tekâsür, 102/16). Teorik bilgilerin elde edilmesi, kavranması, gözlem ve deneyle test edilmesi, bunların diğer tarihsel bilgilerle muhakeme edilmesi aşaması ise ayne’l-yakîne işaret eder (Tekâsür, 102/7). İlmiyle amil olmak, insanın önce kendi ahlakını, yani bireysel olarak maddi ve manevi açıdan kendine iyi bakmak, saygınlığını korumak, sonra başkalarının (ev halkı ve kentlileri) ahlakını iyileştirip düzeltmeye çalışmaktır. Birey, toplum ve devlet üçgeninin temelinde ahlakilik ilkesinin yatmasından kasıt budur. Bu aşamaya da, hakka’l-yakîn denilir (Vâkı’a, 56/95; Hâkka, 69 /51).
Bu üç aşamayı tamamlayan kişi, yani bildiğiyle amel eden mümin, hem âlim hem de arif sıfatını kazanır. Burada teori ve pratik uyumunun gereği olarak doğru olanın itirafı, ikrarı ve eylem hâline dönüştürülmesi söz konusudur. Artık bilginin kötüye ve kötülüklere yol açacak şekilde kullanımı olmaz Düşünen, akleden bir kalbe sahip olan (Hac, 22/46) bilim adamı, sürekli olarak kendisinden daha fazla bilen olduğunun farkında olarak (Yûsuf, 12/76) mütevazılığını korur. Nefsini sürekli sorgular ve tercihini “iyi”den yana yapmaya çalışır, araştırmalarında bulduğu sonuçla yetinmez, daima yeni araştırmalar ve buluşlar peşinde olur. Bu tür bilim bilincine sahip olan kişiye hikmet sahibi denir. Bundan kasıt, bilgi-bilim ve teknolojinin değerlendirilmesinin ve anlaşılmasının, tüm ahlaki etkilerle birlikte Müslüman toplumun değerlerini gözeterek yapmaktır. İyi ve güzel olanı yapmayı önceleme, ferdî, ailevi ve ictimai hukuka saygı, demokratik ve açık bir toplum için zorunlu şartlardır.
Birey kâmil ve hakîm bir insan olma çabasının gereği olarak, hem iyi hem de kötü ahlaki vasıflarını devamlı olarak kontrol eder ve ahlaki bozulmaya götüren şeylere karşı sürekli uyanık olmaya çalışır. “Uyanık olmak”tan kasıt, kişiye öldürücü lezzetleri güzel göstermesi karşısında nefsi sürekli sorgulamaktır. Böylece kişi, nefsini bayağı isteklerinden çevirmeye çalışır. Nefsin kendini yönlendirmesinden sakınmayı önceler; çünkü nefsani istekler, hâkim olduğu kimseyi ya helak ya da rezil eder.
Belirli bir iyi fikrini kökten reddetmeyi gerektiren bu tür arzulardan vazgeçmek gerekir. Bunun gerçekleştirilme ihtimali hususunda, dinî bireycilik ile felsefi bencillik arasındaki ilişkiyi kısaca incelemek gerekir.
