Birtakım ibadetlerin yapılmasını istemekle ilahî dinler, insan ahlakını ve davranışlarını iyi olana yönlendirerek, kötü olandan kaçındırmayı ve nefis sorgulamasını hedeflemektedir. Dinî açıdan iyi olanı yapmak, sevap; kötü olanı yapmak ise günah olarak nitelendirilir. İyiliğin yaygınlaşmasını, kötülüğün engellenmesini tavsiye eden evrensel dinlerde, başkasının hakkına, malına, toplumun ve devletin malına el koymanın yasaklığını ifade eden ilahî yasalar vardır. Zira kötülüklerden uzak durmak da dinin gereğidir. Bu nedenle olsa gerek, din ve ahlak birbirlerinden ayrılmaz.
İslamiyet için söyleyecek olursak din, insanın kendine, başkasına, canlılara ve Tanrı’ya karşı ödevlerini belirttiği için ahlak ile özdeştir. Bu nedenle olsa gerek, Hz. Muhammed (sas.) “Ben iyi/güzel ahlakı tamamlamak için görevlendirildim.”(Mâlik, “Hüsnü’l-hulk”,8) demiştir. Peygamberimizi örnek alarak “iyi” olanı yapmaya çalışmalıyız. İyiliği yapmanın yanı sıra başkalarının iyilik yapmalarına ve kötülüklerden sakındırmada yardımcı olmak da dinîn gereğidir. Kur’an’ı Kerim’de bu husus net bir şekilde şöyle açıklanmaktadır: “Kim karşılıksız bir iyilik yaparsa ondan daha iyisi yapan kişiye verilecektir.” ayeti bunu ifade etmektedir (Neml, 27/89).
Karşılıksız iyilik yapma emri, bir süre sonra bir eylem, yaşam, davranış felsefesi hâline gelmelidir. Dinî verileri dikkate alarak yaşanan dindar ve ahlaklı bir hayat kişiyi bilge yapar. Sufi terminoloji ile söyleyecek olursak, İslam dinînin temel/zahirî ilkelerinden “hakikat”e, yani dinin iç ve gerçek anlamına varılacaktır. Tarihimizde, bütün bireysel davranışlarını “halk içinde Hak (Tanrı) ile olmak” ilkesi çerçevesinde yapmaya çalışan Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli gibi birçok gönül dostu vardır.
13. yüzyılın ikinci yarısında 14. yüzyılın başlarında yaşamış büyük bir şair, düşünür ve ahlakçı olan Yunus Emre; birey olarak insan terbiyesine ve ahlakına dair evrensel ilkeleri şöyle belirlemiştir: Kimseyi yermemek, rasyonel olmayan ve benlik duygusunu geliştiren hususlardan (heva ve heves) uzak durmak, dünyaya aldanmamak, alçakgönüllü olmak, Tanrı’yı sevmek, marifetin değerini bilmek, hakikat için çalışmak, gönül kırmamak. Kur’an merkezli bir felsefeye sahip olan Yunus Emre’de Tanrı’nın varlığından şüphe edilemez. Ona göre, gerçek varlık Tanrı’dır. Doğru ve kesin bilgi (hakikat) ise, Tanrı’yı tanımaktır. Yüce değer, iyi, Tanrı’ya (Hak ve hakikat) yönelmektir. İnsan ancak Hakk’ı bilerek kendisini bilir. Bilgi, bu anlamda, insanın kendi kendisini bilmesidir.
İnsanı insan yapan değerleri bilmek için “baş gözü”nün yanı sıra “gönül gözü” gereklidir. Bu gönül gözüne sahip olan “başka ben’i” geçmeye çalışmaz, alçakgönüllü olur. Kavga ve çekişmeye gerek yoktur.
İnsanlar bu dünyaya birbirlerini sevmek yoluyla Tanrı’yı sevmeye gelmişlerdir.
Sonuç olarak, dinî açıdan bireysel sorumluluk ve ahlaklı olmak, kişinin bütün inananların eşit olduğunun, üstünlüğün sadece takvada olmasının idrak edilmesidir. Takva ise, bireyin kendini mükemmelleştirmesi (insân-ı kâmil) süreci olup bu ise sürekli olarak özeleştiri ve sorgulamayı beraberinde getirir. Bireyin bu duruma ulaşması, Yaratıcı’sıyla olan irtibatını efendi-kul ilişkisinden çıkarır bir dost (veli) ve yoldaşlığa dönüştürür.
İnsanın dünya ve ahirette mutluluğu ancak bu tür bir irtibatla mümkün olur; başka hiçbir insan ve kurum bundan sorumlu ol(a)maz.
Kurtuluşa ulaşmak için haricî ve kolektif aracılar kabul edilmez; kişi için sadece kendi yaptıkları vardır. Bu tür bir bireysellikle kurgulanan ahlaki tutum, doğal olarak toplumsal ilişkilere yansıyacak, adaletli ve ahlaklı bir toplumda yaşamak mümkün olacaktır.
