“Dinî ahlak” bütün vahiylerin öncelediği ahlaklı davranışın nasıl olacağının incelenmesidir, tespitinden kasıt; kişinin davranışının “ahlakiliği’ni belirlerken iradeli ve kasıtlı yapılması üzerinde ısrarla durmasıdır.
Ahlaki açıdan doğru seçim yapma ve doğru karar verme öğretisi olarak da tanımlanabilen ahlak felsefesinde temel soru “Neyi seçmeliyim?”dir.
Bu soru, “En yüksek iyi nedir, hangi hayat biçimini seçmeliyim, nasıl bir insan olmalıyım, ne istemeliyim, ne yapmalıyım ve bunda Tanrı’nın rızasına uygun davranmanın önemi nedir?” sorularını ortaya çıkarır.
Ahlakta bireyi öncelemenin önemi bundan dolayıdır. Kişinin, iyi ve kötüyü bilmesi yetmez, onun iyi olanı yapması, kötü olandan kaçınmasının hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğu kazanmasına vesile olacağının idrakinde olması gerekir. Bu da ancak dinî verilerle olur.
Zira bu kötü olan ve kötülükten kaçınmanın temellendirilmesiyle ilgili bir tespittir. Örneğin, hem ahlaklı –ama dinî değerleri önemsemeyen– hem de dindar bir insan, hırsızlığın ve fuhşun, alışverişte hile yapmanın kötü bir
şey olduğunu bilir ve bunu ahlaksızlık olarak nitelendirir; bunları yapmaktan kaçınır. Kaçınmakla yetinmez, bir kötülük ve ahlaksızlık gördüğü zaman bunun yayılmaması için elinden geleni gösterir. Bunlar hakkında yorum yapmaz; sürekli olarak iyi olanı ön plana çıkarır ve bunu yaymaya çalışır. Böylece o kötülüğü yapanın nefsin sorgulamasına ve tövbe etmesine imkân tanır; çünkü “şirk” dışında affedilmeyecek günah yoktur (Nisâ’, 4/48). Dolayısıyla bireylerin günahlarını değil, sevap ve iyiliklerini görmeyi öncelemek gerekir. Bu itibarla insanları birbirinden uzaklaştıracak, aralarındaki bağları koparacak, düşmanlık ve hasedi artıracak zan, tecessüs (yersiz merak ve araştırma) ve gıybetten kaçınmak gerekir. (Hucurât, 49/12) Nitekim bu hususta Peygamberimiz: “Şayet mümin kişi, bir kardeşinin ayıbını örterse, Allah da dünya ve ahirete onun bir ayıbını örter”4 buyurur.
Bu ve benzeri ayet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, bir eylemin kesinlikle kötü olduğunu, yani Tanrı tarafından yasaklandığını bilen dindar insan, bu eylemleri yapamaz; üstelik kötülüğe kötülükle karşılık da veremez. Hatta kötülüğe kötülükle karşılık vermenin düşmanlığı artıracağını düşünerek, iyilikle mücadele edilmesi, “Mümin olmanın vasfı, kerim olmaktır” ilkesi gereği karşılığının güzel bir şekilde verilmesi istenir. Bu çerçevede, yardımseverliği ve iyiliği herkes tarafından bilinen Hz. Ebu Bekir’in Hz. Âişe’ye iftira (ifk) olayındaki tavrı bizlere örnek olabilir. Hz. Peygamberimizin iffet timsali eşine, sürekli yardım ettiği bir kimsenin de iftira ettiğini gören Hz. Ebu Bekir, bu şahsa sadece yaptığı yardımları keseceğine dair yemin eder. Bunun üzerine Allah tarafından gönderilen ayet şudur: “İçinizden fazilet ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, yoksullara; Allah yolunda hicret edenlere vermemek üzere yemin etmesinler, onların kusurlarını bağışlasınlar, aldırmasınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir” (Nûr, 24/22).
Bu olay ve ayetten de anlaşıldığı gibi, bırakın kötülüğe kötülükle karşılık vermeyi, yapılan iyiliğin terk edilmesi bile hoş görülmemektedir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Kişi öncelikle eli ve dili ile kötü olanı engellemeye çalışmalıdır. Yapabilirse kötülüğe iyilikle karşılık vermelidir. Buna rağmen muhatabı hâlâ kötü olanı yapıyorsa, artık o “kötü” olandan uzak durmak gerekir. Aslında bu kalben buğz etmek aşaması olup kötü olandan ziyade kötülüğe yöneliktir, bu gerçekleşirse, kötülüğü yapan toplumsal bir müeyyideyle karşılaşacak; bundan kurtulmak için kötülükten uzak durmaya çalışacaktır. Bunu yapmak gerekir; zira müeyyidesi olmayan herhangi bir ahlak ilkesi yoktur. Buradaki yaptırım ise, halkın vicdanıdır.
Bireysel ve toplumsal huzuru sağlamaya yönelik iyi eylemleri sağlamak, kötü fiillerden ise kaçınmak sürekli bir kişilik ve kimlik sorgulamasını paralelinde getirir. Diğer bir ifadeyle, kişiliğinde iyilik ve kötülük yapma yetisi bulunan insan, iyiliği tercih eder. Nefsini temiz tutup, günahlardan sakınır, çünkü bu, güzel eylemlerde bulunanın kurtuluşa ereceğini, onu kirletenin ise hüsrana uğrayacağını (Şems, 91/8-18) bilmesinin gereğidir. Bunun yanı sıra, iyiliği öncelemek, Allah’ın insanı en güzel surette yaratmasının (Tîn, 95/4) ve ona kendi ruhundan üflemesinin (Hicr, 15/29) bilincinde ve sorumluluğunda olmanın doğal sonucudur.
