İnsan, doğası gereği içtimai bir varlıktır. Dinlerin tabiatı da toplumsala yöneliktir. Toplumsallığın sahici, benimsenebilir ve sürdürülebilir olması ise sosyal organizmanın çimentosu sayılan ve herkesçe paylaşılan değerlerle mümkündür. İslam, insan doğası ve toplum yapısını gerçekçi biçimde ele alır ve insanların birliği prensibini ortaya koyar.
Buna göre bütün insanlar Âdem ve Havva’nın çocuklarıdır. İlk insan ise topraktan yaratılmıştır. Dolayısıyla insanlar yaratılışta birbirlerine eştir.
İnsanlık camiası, çok farklı düzeylerde birlikteliklerden oluşan büyük bir topluluktur. İslam bir arada yaşamanın, sosyal dayanışmanın tabii, fıtri, psikolojik, içtimai, ahlaki ve maddi unsurlarını bir arada değerlendirmiş ve öğretilerini bu şekilde vazetmiştir.
İnsan topluluklarının en küçük birimi ailedir. Anne, baba ve çocuklardan oluşan aile, sosyal bünyenin çekirdeğidir. Tabii ve sosyal gereksinimler kadar, fıtri, psikolojik ve ruhi faktörler de aile denilen topluluğu zorunlu kılar. Arapça bir kelime olan “aile” köken itibarıyla muhtaç olmayı, ihtiyaç duymayı ifade eden ‘âl kökünden türetilmiştir. Dolayısıyla bu kelime, aile fertlerinin maddi ve manevi bakımdan birbirine olan ihtiyacını ima eder. Bütün semavi dinler ve ahlak sistemlerinde olduğu gibi İslam’da da aile kutsanmış; meşru biçimde oluşturulmasına, hukuki prensiplere bağlanmasına, ahlaki ve insani erdemlerle güçlendi rilip sürdürülmesine müstesna bir önem verilmiştir. Kur’an-ı Kerim aile teşkili için yapılan anlaşmayı misâkı ğalîz, yani” “sorumluluğu en ağır sözleşme” olarak ifade eder (Nisâ’, 4/21).
Ailelerin birleşmesinden yakın akraba toplulukları meydana gelir. Akraba, kan bağı yahut evlilik anlaşmasıyla birbirine bağlanan toplulukları ifade eder. İnsanlık tarihinde akraba topluluklar büyük aileler olarak varlıklarını sürdürmüş ve sosyal teşekkülün farklı örneklerini vermişlerdir. Akrabayı gözetmek, düşkününe, yoksuluna, ihtiyaç içerisinde olanına her yönden yardım etmek insani, dinî, ahlaki bir ödev kabul edilmiştir. İslam, akrabayla ilişkileri çok önemsemiş, onlarla irtibatı sürdürmeye ayrı bir değer vermiştir. Kan bağı insanlar arasındaki en yakın ve en somut bağ olduğu için, sosyal dayanışmanın birincil prensibi akrabayı gözetmektir. Sıla-i rahim en başta gelen dayanışma ilkesidir.
Kur’an-ı Kerim bunun öneminin altını çizer. Allah’ın en fazla hoşnut olduğu eylemler arasında zikredilen “Sıla-i rahim” en önemli dinî yükümlülükler arasında ifade edilmiştir (Ra’d, 13/21, 25). Bunun mukabilinde akrabayla ilişkiyi kesmek ise, en büyük insani-ahlaki kusurlar arasında sayılmıştır (Bakara, 2/27; Ra’d, 13/25). Hz. Peygamber de konunun önemini, ölüm döşeğinde “akrabalarınızı gözetin, akrabalarınızı gözetin”1 tavsiyesi ve “Akrabayla ilişkilerini kesen kimse cennete giremez”2 sözüyle ortaya koymuştur. Buna karşılık yine Hz. Peygamber “sıla-i rahimde bulunmak aile içerisinde sevgiyi çoğaltır”3 buyurmuştur. Hatta bazı rivayetlerde akraba ziyaretinin Allah’ın hoşnutluğunu celp eden en öncelikli eylemlerden olduğu ifade edilmiştir. (İbn Hibban, “Birr”, 443)
Sosyal bünyenin ayrılmaz parçalarından birisi de komşudur. Aynı binada yahut aynı sokak veya mahallede ortak mekânları paylaşan komşuların birbirleriyle ilişkileri, içtimai dayanışma ve yardımlaşmada son derece önemlidir. Bu itibarla İslam’ın komşuluk fenomeni üzerinde durmamış olması düşünülemez. Komşu hukuku ve komşu ilişkileri konusunda Hz. Peygamber’in çok vurgulu beyanları vardır. Hatta bir hadisinde onun “Cebrail bana komşu haklarını o kadar tavsiye etti ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacağını düşündüm.” dediği nakledilir.(İbn Hibban, “Birr”, 551 “Hz. Peygamber üç kere: “Allah’a yemin olsun ki iman etmiş olmaz” buyurmuş; kim Ey Allah’ın Resulü! denildiğinde ise: “Komşusu şerrinden emin olmayan kimse” karşılığını vermiştir”. (Buhârî, “Edeb”, 29)
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse komşusunu rahatsız etmesin”buyuran yine Hz. Peygamber’dir.
“Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir kişi kendisi için istediğini, komşusu için de istemedikçe cennete giremez.”(Müslim, “İmân”, 729) ve “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, komşusuna iyilik yapsın.” beyanları da ona aittir ve aynı inançtan komşuların birbirleri üzerindeki haklarından daha hassas olan diğer bir husus ise “farklı inançtan” komşulardır.
Bilhassa Müslümanların egemen olduğu yerlerde yaşayan ve özel mukaveleyle can, mal, namus, inanç ve benzeri hakları güvence altına alınan kimselerin huzur ve güvenliği çok daha fazla önemsenmiştir. İslam tarihinde “zimmi” özel adıyla nitelenen kimselerin sosyal güvenlikleri Müslüman topluluğun uhdesine tevdi edilmiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber’in “Zimmiyi öldüren veya ona zulmeden yahut ona taşıyamayacağı yük yükleyene cennet haramdır; o zimminin davacısı benim. Müminin haydi haydi davacısıyım.” dediği aktarılmıştır.(Müsnedu’r-rabî, IV. 3. no: 754)
“Millet”, “kavim”, “cemaat” yahut “ümmet” ifadeleriyle nitelenen inanç ve soy toplulukları, insanlık ailesine uzanan yolda önemli sosyal organizmalardır. Kan, inanç, düşünce, ahlak ve değerler aracılığıyla insan ferdi, bu kabil topluluklara mensup olur. Bu mensubiyet, daha doğrusu aidiyet, zaman zaman dinî, hukuki, ahlaki, sosyal bazen siyasi ödevleri kaçınılmaz kılar. Bütün dinlerde olduğu gibi İslam’da da bu düzeydeki mensubiyet ve aidiyetler dikkate alınmıştır. Müslümanlar tarih boyunca farklı milliyetlerden, kabile ve kılanlardan olmalarına karşın kendilerini İbrahim peygamberin milletinden kabul ederler. Müslüman cemaati ve Müslüman ümmeti, Kur’an’da ifadesini bulan ve Hz. Muhammed’in uygulamasında somutlaşan; zaman içerisinde Müslüman bilim adamlarının içtihat ve yorumlarıyla çeşitlenen Müslümanlığı, dinî bir gelenek olarak İbrahim’in (as.) öğretisine bağlamıştır. Dolayısıyla Müslüman cemaatine ve ümmetine aidiyet hissiyle bağlı olmak, onu sevmek ve içtenlik dolu yakarışlarına konu etmek, imani bir yükümlülüktür.
Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine rahmet ve şefkatle muamele etmede bir beden gibidir. Bedenin bir parçası rahatsız olduğu zaman, diğer kısımlar da onun rahatsızlığına ortak olur.(Buhârî, “Birr”, 37)
Müminler bir adam gibidir; eğer bir insanın gözü ağrıyacak olursa, bütün bedeni o ağrıyı duyar. Şayet başı ağrıyacak olursa yine bütün bedeni ağrıyı duyar.(Müslim, “Birr”, 67)
Mümin, mümin için bir binanın birbirini destekleyen parçaları gibidir.(Buhârî, “Salât”, 88)
İster aile, ister, akraba, ister komşu ve kabile olsun yahut cemaat veya ümmet olsun; bunların hepsini birbirine bağlayan ahlaki üst kavram “kardeşlik” kavramıdır. İslam öğretisine göre insanların hepsinin yaratılıştan kardeş olduğuna yukarıda işaret edilmiştir. Kan bağıyla ait olunan topluluklarla “kan kardeşliği”; inanç bağıyla mensup olunan topluluklarla da “inanç kardeşliği” esastır. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de müminler topluluğunun birbirleriyle bağı: “Müminler ancak kardeştir.” denilmek suretiyle vurgulanmıştır (Hucurât, 49/10). Hz. Peygamber de Veda Hutbesi’nde bu hususun altını çizmiş ve: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslümanlar kardeştir. Kişiye kardeşinin gönüllü olarak verdikleri dışında malı helal olmaz. Sakın birbirinize zulmetmeyiniz.”(İbn Hişâm, Sîre, VI. 8-11) demiştir.
Hz. Peygamber’in hikmet dolu sözlerinden birisi de kardeşliğin mahiyeti ve fertler üzerindeki etkisiyle ilgilidir: “Mümin müminin aynasıdır. Mümin, müminin kardeşidir”.(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 57)
Hz. Peygamber insanın ahlak, karakter ve huy itibarıyla arkadaşından etkilendiğini: “Kişi samimi dostunun dini (ahlak ve karakteri) üzeredir. Dolayısıyla kiminle dostluk ettiğine iyi baksın” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II. 303, 334) diyerek ifade etmiştir. İslam iki insanın arkadaşlık yoluyla kardeşliğini ve dostluğunu çok önemsemiş ve insanların arkadaşlarından mutlaka etkilendiklerini hatırlatmıştır. Bir hadisinde Hz. Peygamber şöyle demiştir: İyi (salih) arkadaş, güzel koku satan kimse gibidir. Ondan sana hiçbir şey kalmasa dahi kokusu değer; kötü (sû’) arkadaş da körükçülük yapan kimse gibidir. Körüğünün karasından sana bir şeyler bulaşmasa da körüğün isi üzerine siner.(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 199
Müslüman Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmediği gibi onu zor durumda yalnız bırakmaz. Her kim kardeşinin bir ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar. Her kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet günü karşılaşacağı sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.(Buhârî, “Mezâlim”, 3).
İslam, toplumsal dayanışmayı çok yönlü olarak ele alır. Bu konuda da anahtar birtakım kavramlar aracılığıyla perspektifini ortaya koyar.
Toplum kavramı nasıl ki farklı düzey ve düzlemlere sahipse, dayanışma anlayışı da çeşitli düzeylerde ve kompleks bir yapıda sergilenir. Kur’an ve Hz. Peygamber’in örnekliği incelendiği zaman, dayanışma anlayışının madde ve çıkar endeksli olmaktan çok, ahlak eksenli olduğu görülür. Fıtrata, inanca, insan gerçekliğine ve toplum tabiatına uygun bir dayanışma anlayışı söz konusudur.
Yardımlaşma, İslami literatürde teâvun olarak ifade edilir. Kur’an Kerim’de bir münasebetle müminlerin yardımlaşma konusundaki ahlaki sınırları ortaya konulur ve şöyle denilir:
İyilik ve takvada (Allah’ın yasaklarından sakınma) yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın… (Mâ’ide, 5/2).
Bu ayeti kerimede yardımlaşma ve dayanışmanın meşru zeminini özgün tabiriyle “Birr ve takva”; yasak sınırını ise “ism ve udvân” oluşturmaktadır. İslam, ahlaki bir toplum öngördüğü için dayanışma ve yardımlaşmanın da meşru zeminini ahlaki umdeler belirlemektedir. Bu nedenle birr, yani “iyilik” her hâl ve şartta desteklenmesi, çoğaltılması ve omuz verilmesi gereken bir prensiptir. Kur’an terminolojisinde anne ve babaya yapılan iyilik ve güzellikler, itaat ve saygı, hürmet ve ikram, “birr”dir ve insan için en yüksek erdemlerden bir tanesi de birru’l-vâlideyn, yani “ana-babaya iyi” olabilmektir (Meryem, 19/14, 32). Hz. Peygamber: “En büyük günahlar nelerdir, size söyleyeyim mi?” buyurmuş, arkadaşlarının da: “Evet, söyleyin Ya Resulallah!” demeleri üzerine: “Allah’a ortak koşmak ve ana-babaya isyan etmektir.” buyurmuştur.(Tirmizî, “Birr”, 4, IV. 312)
İnsanların ibadet ediyoruz diye yüzlerini sağa sola döndürmeleri yahut bazı âdetleri itiyat edinmeleri iyilik değildir; esas iyilik inanç ve samimiyetle davranmak ve sahip olduklarını ihtiyaç sahipleriyle içtenlikle paylaşabilmektir (Bakara, 2/177, 189; 3 Âl-i İmrân, 92).
Fertlerin birbirleriyle yardımlaşmaları yalnızca iyilik ve güzellikleri gerçekleştirme yönünde olmaz. Aynı zamanda çirkinliklerin ve kötülüklerin, haksızlık ve zulmün engellenmesi biçiminde de olur. Hz. Peygamber’in şu hadisi bu konunun önemini ihtar etmektedir.
Hz. Peygamber: “Kardeşine zalim de olsa, mazlum da olsa yardım et!”
Sahabe: “Ey Allah’ın Resulü! Zulme uğrayana yardım edebiliriz, fakat zalim olana nasıl yardım edebiliriz?”
Hz. Peygamber: “Zulüm işlemesine engel olarak (yardım edebilirsiniz)”. (Buhârî, “Mezâlim”, 4)
Olumsuzlukların giderilmesi yönünde dayanışma o kadar önemlidir ki Hz. Peygamber bu konuyu şu çarpıcı ifadeleriyle de dile getirmiştir:
Sizden her kim yanlış (münker/çirkin/gayrimeşru) bir durum görürse ona derhâl eliyle müdahale edip değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye güç yetiremezse, diliyle (sözlü olarak) müdahale etsin. Buna da güç yetiremezse yanlış durumu kalbiyle protesto etsin; zira, iman etmiş olmanın asgari gereği budur.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, III. 10, 20, 49, 54, 92)
Toplumsal dayanışmanın psikolojik unsurunu yansıtan anahtar kavramlardan birisi de “ülfet”tir. Ülfet kaynaşma, ısınma, sempati ve sevgi duyma anlamlarına gelen bir kelimedir. Aslında ülfetin olmadığı yerde gerçek bir sosyal bünyeden bahsedilemez. O nedenle Kur’an’da Allah Teâlâ insanların kalplerinin birbirine ısındırılmasını büyük bir lütuf olarak hatırlatmaktadır:
Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a/Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.
Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız (Âl-i İmrân, 3/103).
Bu ayette, kalpleri birleştirilmiş, kardeşler hâline gelmiş bir toplum olabilmenin ne büyük bir lütuf olduğu hatırlatılmaktadır. Allah, ülfet topluluğu olarak kalabilmenin şartlarından biri olarak da toplumun tamamının, hiç değilse etkin bir kesiminin sosyal denetim ve uyarı vazifesini üstlenmesini öğütlemektedir:
Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır (Âl-i İmrân, 3/104-105).
Hz. Peygamber de hem sözleri, hem yaşantısıyla inanmış bireyin davranış kalıplarına ve hemcinsleriyle ilişkisinin standartlarına dair onlarca prensip miras bırakmıştır. Mesela İmam Ahmed b. Hanbel’in yer verdiği bir Ebû Hüreyre hadisinde şöyle denilmiştir:
Mümin, kendisiyle ünsiyet ve ülfet edilen kişidir. Başkalarıyla kaynaşmayan ve kaynaşmaya da kapalı olan kişide hayır yoktur.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 335)
Başka bir hadislerinde Hz. Peygamber: “Allah’a en sevimli olanlarınız, ahlakı en güzel olan; insanlarla iyi geçinen ve kendileriyle de iyi geçinilen yumuşak huylu olanlarınızdır” der. Onun öğretisinde insanları birbirine kaynaştıran, “Güzel bir söz sadaka” olduğu gibi; “Kardeşinin yüzüne tebessümle gülümsemen (de) sadakadır”.(İbn Hibban, “Birr”, 474)
Bu ifadeler, Müslümanın ilişkiye açık, sempatik, sevecen ve yaşama sevinciyle dolu olması gerektiğini ihtar eden bir mümin tanımlaması içermektedir. Ancak, yalnız halkla fiziken kaynaşmak yeterli olmamakta, başkalarını rahatsız edecek maddi ve manevi noksanlardan da olabildiğince uzak kalınması tavsiye edilmektedir. Beden, ağız, yüz ve saç temizliğinin altı çizilmekte; toplum içerisine çıkarken güzel kokular sürünülmesi tavsiye edilmekte; soğan ve sarımsak kokusuyla dahi olsa, insanlara rahatsızlık verecek kimselere camilerden uzak durmaları ihtar edilmektedir. Böylelikle insan hayatında iyi ve güzel duyguların zinde tutulmasına yardımcı olunması istenmektedir.
Sosyal dayanışma, barış ve kardeşliğin olmazsa olmazlarından bir tanesi de fertlerin birbirlerine karşı taşıdıkları içtenlik duygusudur. Toplumsal dayanışmanın psikolojik unsurları arasında yer alan bu hususun İslami terminolojideki karşılığı “nasihat”tır. Hz. Peygamber bu hususu o kadar önemsemiştir ki bir hadislerinde “din nasihattir; Allah’a, Peygamber’ine ve Müslümanların yöneticilerine ve bütün inanmışlara karşı duyulan içtenlik hissidir” demek suretiyle dikkatleri bu hususa çekmiştir.
Dinin içtenlik hissi olması, aynı zamanda insanın hemcinslerine karşı sevgi dolu olması demektir. Zira sevginin olmadığı yerde samimiyetten ve içtenlikten söz edilemez. Hz. Peygamber, sevginin toplumda yayılması ve herkesi içine alması için şöyle bir hatırlatmada bulunmuştur:
“Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmeden cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçekten) iman etmiş olmazsınız. Yerine getirdiğinizde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi size göstereyim mi? Birbirinizle selamlaşınız”.(Müslim, “İmân”, 93) Burada selam aracılığıyla toplum fertlerinin birbirlerine iyi niyet mesajları göndermesinin önemi vurgulanmaktadır.
Toplum fertlerini birbirine bağlayan, insanlar arasındaki maddi farklılıkları azaltan, imkân sahiplerini ihtiyaç sahiplerine sevgi, şefkat ve samimiyetle el uzatmasını sağlayan dinî, insani, ahlaki ödevler arasında maddi yardımlaşma ve dayanışma da son derece önemlidir.
İslam’ın zekât, sadaka, fitre ve benzeri yükümlülükleri prensibe bağlaması, maddi dayanışmanın sürekliliğini sağlamaya matuftur. Her Müslümanın sahip olduğu mal ve servetinin belli miktarını yoksul, fakir, yolda kalmış ihtiyaç sahibi kimselere aktarma yükümlülüğü vardır.
Kur’an’da zaman zaman zekâtın eş anlamlısı olarak “sadaka” kavramı da kullanılır. Sadaka; sıdk ve samimiyet, içtenlik ve sadakat anlamlarını ifade eder. Böylece insanın insanlığa olan sadakatinin ve bağlılığının bir nişanesi olarak mali, ekonomik varlığını hemcinsleriyle paylaşması imani bir yükümlülük olarak belirir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmesiyle de kişinin hem bireysel arınması hem de topluma karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu sorumluluğun ödenmesi gerçekleşmiş olur.
Zekât verme yükümlülüğü isteğe bırakılmış gönüllü bir iyilik olmanın ötesinde imani bir zorunluluk olarak ifade edilir. Kur’an’da çeşitli ayetlerde bu zorunluluk şöyle dile getirilir:
Mallarından onları kendisiyle arındırıp, temizleyeceğin (bir) sadaka al ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir (Tevbe, 9/103).
Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak, ancak yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir (Tevbe, 9/60).
İslam terminolojisinde gönüllü bağışa ilave olarak bir de geçici olarak borç verme “karz-ı hasen” müessesesi vardır. İmkân sahibi olanların ihtiyaç sahiplerine kredi açması anlamına gelen “karz”, gönüllü bir borç vermedir ve karşılığında borçluyu zor duruma sokabilecek faiz benzeri taleplerde bulunmak gayrimeşru ve gayriahlaki kabul edilmiştir. Borçluların borçlarını ödeyebilmeleri hususunda da olabildiğince kolaylık gösterilmesi tavsiye edilmiştir.
Sadaka veren erkek ve kadınlarla, Allah’a güzel bir borç verenlere, verdikleri kat kat ödenir; ayrıca onlara bol bir mükâfat da vardır (Hadîd, 57/18).
Ey iman edenler! Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah’tan korkun ve ribadan geri kalanı bırakın (Bakara, 2/278).
Ey iman edenler! Ribayı kat kat artırılmış olarak yemeyin. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz (Âl-i İmrân, 3/130).
Eğer (borçlu) darda ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Eğer bilseniz, alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır (Bakara, 2/280).
İnsan ilişkilerini salt maddeye ve mutlak çıkara bağlayan, daha doğrusu içinde hukukilik ve ahlakilik barındırmayan ilişki biçimleri ve mal mübadelesi tasvip edilmemiştir. Bu itibarla insanların mallarını batıl (gayrimeşru) yollarla tüketmeleri kesin biçimde yasaklanmıştır.
Aranızda, birbirinizin mallarını bile bile, haksızlıkla yemeyin ve insanların mallarından bir kısmını günahı gerektirecek şekilde yemek için, hâkimlere onu peşkeş çekmeyin (Bakara, 2/188).
Ey iman edenler! Karşılıklı gönül rızasına dayanan ticaret malı müstesna, mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin ve birbi rinizi (haksız yere) öldürmeyin. Şüphe yoktur ki Allah, size karşı çok merhametlidir (Nisâ’, 4/29).
İnsanların sahip oldukları imkânları akraba, arkadaş, dost, yakın, komşu, kimsesiz ve misafirlerle paylaşması sosyal birlikteliği perçinleyen en önemli amillerdendir. Bu nedenle insanlara çeşitli vesilelerle ikramda bulunmak, ziyafet vermek, ağırlamak yüksek insani erdemlerden sayılmıştır. Cömertlik övülmüş, pintilik ve cimrilik yerilmiştir. Yakın, dost ve tanıdıkların davetlerine katılmanın önemi hatırlatılmıştır.
Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse, misafirine ikram etsin.Cimrilikten sakının. Zira cimrilik, sizden önceki toplulukların helakine sebep olmuştur.(Müslim, “Birr”, 56)
Sevinçleri paylaşmak, kederleri bölüşmek insanca ve insan insana yaşamanın en vazgeçilmez prensibidir. Bu nedenle toplumun ferdi olmanın insana yüklediği insani ödevlerin başında hastaları özenle ziyaret etmek, hayatını kaybedenlerin cenazesine katılarak dua etmek ve yakınlarına taziyede bulunmak gelmektedir. Bu hususların her biriyle ilgili olarak Hz. Peygamber çok önemli hatırlatmalarda bulunmuştur.
Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır: Karşılaştığın zaman ona selam ver. Seni (ikramda bulunmak üzere) davet ettiği vakit davetine katıl. Senden tavsiye ve nasihat talep ettiği vakit öğüt ver. Aksırıp, Allah’a hamdettiği zaman onun için Allah’tan rahmet dile. Hastalandığı zaman ziyaretine git ve vefat ettiğinde cenazesine katıl.(Müslim, “Selâm”, 5)
Toplum hâlinde yaşamanın, mutlu bir yaşantıya dönüşmesi her şeyden evvel toplum fertlerinin sahip oldukları yüksek erdem şuuruna bağlıdır. İnsanlar arası ilişkilerde zaman zaman istenmeyen hadiselerin meydana gelmesi kaçınılmazdır. Bu gibi durumlarda sosyal bünyenin yara almadan sağlıklı kalabilmesi fertlerin özverili ve hoşgörülü davranabilmeleriyle mümkün olur. Affedebilme büyük bir erdemdir. Bu nedenle de Kur’an’da yer alan bazı ayetler affetmeyi özendirmiştir. Affı tut; iyiliği emret; cahillerden uzak dur (A’râf, 7/199).
Rabbinizden gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun. (O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta, Allah yolunda sarf eden, kinlerini defeden ve insanların kusurlarını bağışlayan kimselerdir. Allah, iyilik edenleri sever (Âl-i İmrân, 3/133-134).
İslam inanç ve esaslarına göre toplumsal dayanışmayı ve kardeşliği tehdit eden faktörler de vardır ve onlar çok çeşitlidir.
Bu faktörlerin en başta geleni insanların birbirlerine “haset” etmeleridir. Bu çok vahim bir manevi hastalıktır. Hased, dilimizde kıskançlık olarak ifade edilir ve başkalarının sahip olduğu iyilik ve güzelliklere, imkân ve nimetlere karşı kem gözle bakmak anlamına gelir. Kur’an muhtelif vesilelerle haset etmenin çirkinliğine işaret eder ve hasedin insan ve toplum için zararlarına dikkat çeker. İslam, hasetten kaynaklanan şer ve fesadın izalesi için Allah’a sığınılmasını tavsiye ederken (Felak, 113/5) fert ve toplumun bu nevi illetlerden kurtarılması için bireylerin şahsiyet ve karakter eğitimlerine dikkat çeker. Hz. Peygamber ateşin odunu yakıp tükettiği gibi, hasedin de insandaki iyilik duygusu ve iyilikleri yakıp kül edeceğini söyler.(Ebû Dâvûd, “Edeb”, 52)
Sosyal dayanışmayı yaralayan ahlaki kusur ve psikolojik sorunlardan bir diğeri de, insanların kişiliklerini hedef alan kötü davranışlardır.
“Gıybet” bu davranışlardan birisidir. Kişileri arkalarından çekiştirme, hoşlanmayacakları sıfatlarla niteleme ve yerme anlamına gelen gıybetle yakın özellikler taşıyan “koğuculuk” ve “laf taşıma” da en az gıybet kadar zararlıdır. Keza insanlar hakkında “sui zan” besleme ve doğruluğunu araştırmadan kanaat belirtme de bu meyanda önemli bir kusurdur.
Ayrıca insanları hoşlarına gitmeyen ad ve sıfatlarla niteleme, onları küçük düşürücü tutum ve davranışlarda bulunma da ciddi bir zafiyettir.
Kardeşlik mefhumunu yaralayan, içten ve samimi duyguları körelten, insanların sosyal prestijleri ve kişiliklerini tehdit eden bu kabil insani ve ahlaki zafiyetler, Kur’an tarafından çok ağır biçimde eleştirilmiştir.
Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, hâllerini bilmediğiniz kimselere kötülük etmekten korkarak haberin aslını araştırın; aksi hâlde yaptığınızdan pişmanlık duyanlardan olursunuz (Hucurât, 49/6).
Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin; mümkündür ki, alay edilen diğerlerinden daha hayırlıdır. Keza kadınlar da, başka kadınlarla alay etmesinler; belki de alaya alınanlar, diğerlerinden daha hayırlıdır. Birtakım işaretlerle kendi kendinizi ayıplamayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; imandan sonra kötü isim ne fenadır. Bütün bunları yapıp da kim tövbe etmezse, işte asıl zalimler onlardır (Hucurât, 49/11).
Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zan günahtır. Birbirinizin gizlisini araştırmayın. Kimse kimseyi gıybet etmesin; içinizden biri, hiç ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksindiniz değil mi? Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir; çok merhametlidir (Hucurât, 49/12).
Birlikte samimi ve güven içerisinde yaşamayı tehdit eden kişilik bozuklukları arasında “yalan” ve “iftira”yı da unutmamak gerekir. İnsanın hakikati ters yüz etmesi, gerçekliğe ihanet etmesi ve hepsinden önemlisi kişinin öz doğruluğunu dumura uğratması açısından yalan ve iftira, toplumsal dayanışmanın manevi zeminini yok eden çok ciddi bir insani ve ahlaki sapmadır. Bu nedenle gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde bu sapmaya özenle dikkat çekilmiştir.
Kur’an’da pek çok vesileyle yalan ve yalancılar yerilirken, Hz. Peygamber, yalancılığı nifak ahlakı olarak nitelemiş ve “Münafığın/iki yüzlünün göstergesi üç tanedir: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünü tutmaz ve kendisine bir şey emanet edildiğinde, emanete ihanet eder”(Buhârî, “İmân”, 24; Müslim “İmân”, 107-108) demek suretiyle de toplumun güvenlik yapısını kemiren mikroplara dikkat çekmiştir.
Hukukun, ahlakın, iman prensiplerinin, toplumun benimsediği güzel âdet, örf ve teamüllerin fütursuzca saldırıya uğraması; ihtilaf, fitne, fesat ve çatışmalara yol açacak biçimde ayrımcılıkların ortaya konulması da sosyal dayanışmanın önündeki ciddi engellerdendir. İslam, insanların doğuştan sahip oldukları haklarla, sonradan kazandıkları hakların korunmasına çok önem vermiş; yaşama hakkı başta olmak üzere, inanç, mal-mülk edinme, güvenlik, akıl ve ruh sağlığının korunması gibi hakların muhafazasını her şeyin üstünde tutmuştur. Bu nedenle de sözlerin tutulması ve anlaşmalara riayet edilmesini sosyal yapının temel prensibi kabul etmiştir. İnsanlar arasında inanç, renk, soy-boy ayırımını şiddetle kınamış; din, fikir ve kanaat hürriyetini temel insan haklarının başına yerleştirmiştir. Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi bu anlamda evrensel bir manifesto niteliği taşımaktadır.
İslam, sosyal yapının inşası, idamesi ve sağlıklı biçimde korunabilmesi için insan ilişkilerini “hak” mefhumu üzerine oturtmuştur.
Hakk’ı sadece hukukun konusu yapmamış, aynı zamanda, fıtri, insani ve ahlaki yükümlülükleri de bu mefhumla ifade etmiştir. Hz. Peygamber insanların birbirleri üzerindeki haklarından söz ederken komşu hakkı, misafir hakkı, hatta yol hakkı, mal hakkı, ana-baba hakkı, eş hakkı, Müslümanın hakkı, kişi hakkı vb. ifadelere çok sık yer vermiştir. Dolayısıyla İslam düşüncesinde sosyal ilişkiler de hak mefhumuyla işlenmiş ve geliştirilmiştir. Yüzyıllar içerisinde İslam kitabiyatında bunun en yaygın örneği için Ebû Hamîd el-Gazâlî’nin (ö. 505) İhyâ-u ulûmi’d-dîn adlı eserini göstermek mümkündür. Gazâlî kitabının “Âdetler” bölümünün beşinci kısmı olan ve sosyal ilişkileri konu alan kısmına “Kitâbu âdâbi’l-ülfe ve’l-ihve ve’s-sohbe ve’l-muâşere ma‘a esnafi’l-halk” yani “Muhtelif insan kesimleriyle kaynaşma, kardeş olma, dostluk ve dayanışma bölümü” başlığını koymuştur. Burada sırasıyla halkla kaynaşma ve kardeşliğin erdeminden; kardeşliğin ve arkadaşlığın hukukundan; Müslümanların, akraba, komşu, anne baba ve benzerleriyle ilişkisinin hukukundan söz etmiştir.(Gazâlî, İhyâ, II. 146-199)
Bu perspektifin referanslarından birini teşkil eden ilahî çağrıda insanlığa şöyle seslenilir: Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışıp, bilişmeniz için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah nezdinde en üstününüz, en müttaki olanınızdır. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilen; her şeyden haberdar olandır (Hucurat, 49/13).
Bu, bütün insanlığın farklılıklarını ve özgünlüklerini koruyarak, her birinin özelliklerini tanıyarak ve ona saygı duyarak işbirliği yapmalarına bir çağrıdır. Hz. Peygamber’in şu ifadeleri ise sosyal dayanışma ve işbirliğinin; kardeşlik duygusuyla birbirine gönül açma ve el uzatmanın tüm zamanlara ve bütün insan topluluklarına hitap eden yönünü ortaya koymaktadır. İnsanlığın son peygamberi onlara şöyle seslenmektedir:
Birbirinizle ilişkiyi kesmeyin!
Birbirinize sırt çevirmeyin!
Birbirinize kin gütmeyin!
Birbirinize hased edip, kıskanmayın!
Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olun!
