Hakk’ın ve Hayr’ın Bilgisi Olarak Tevhid

Cibril Hadisi’nde belirtildiği üzere, iman ve İslam’ın şartlarını gereği gibi yapmak, kişiyi ihsan mertebesine, yani “sanki Allah’ı görüyormuş veya “O’nun huzurundaymış gibi” davranmaya sevk eder. Bu, bedenen halk içinde, gönül ve kalp olarak Hak ile beraber olmaktır. Bu durum, imanın manevi olarak Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya ilave bir tutumun tezahürü olduğunu, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar devam eden süreci ifade eden evrensel İslam’a aktif bir katılım olduğunu gösterir.

İslam, evrendeki bütün yaratılmışların O’na teslim olduğunun bilincinde olmayı, son pratik, yol ve yöntem olan Hz. Muhammed’in getirdiklerine uygun davranmayı ifade eder. Bu, özgür iradeyle seçilen İslam olup, emredilenleri yapmayı gerektirir. İşte bunun sonucunda varoluş sebebimiz ve en yüce gayemiz olan biricik hakikate ulaşmak, onun sıfatları üzerinde düşünerek, gücümüz yettiğince ona benzemeye çalışmak, bir nevi “O’nun ahlakı ile ahlaklanmak” aşaması olan ihsan mertebesi gelir.1 İhsan mertebesinde ihlas gerçekleşir; yani bütün ibadetler insan şuurunu iyiye, doğruya yönlendirerek, onları olgunlaştırarak, güzel davranışlar sergilemesini sağlar. Bu nokta, taklidî imandan kurtulmayı; özümsenmiş, içselleştirilmiş imanı gösterir.

Bu mertebeye ulaşana muhsin denir, yani O, hem iyilik hem de güzelliği içinde taşıyan amel sahibidir. Bunu gerçekleştirdiği için olsa gerek, muhsin, diğer peygamberlere gönderilen pratikleri, yöntemleri ve bunların sonucunda oluşan medeniyetleri de bir bütünlük içinde değerlendirir. İnsanlığın fikrî mirasını bu bakış açısıyla incelediği için, mevcut farklılıklara rağmen birliği (tevhid) temin etmeyi mümin, müslim ve muhsin olmanın gereği olarak görür. Muhsin kişi, diğer insanlarla olan münasebetlerini İslam’ın sözlük anlamının gereği olarak “barışcıl bir şekilde” sağlamaya çalışır. Diğer bir ifadeyle, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırır” (Nahl, 16/125).

Bu çağrı, tevhid öğretisinin tarihin, hayatın, bilginin birliğine doğal olarak yansımasının gereğidir. Çünkü iman esaslarını bilmek, kişinin nefsinin arınmasını hedefler ve Hakk’ın bilgisine ulaştırır. İslam esasları bu bilgiye uygun davranmayı ister; hayrın, güzelliğin, iyiliğin bilgisine ulaştırır. Teori ve pratik uyumundan çıkan “ihsan” mertebesi, bütün farklılıkların farkında olup, iyilik ve güzellikte yarışmanın ve kesinlikle bunu ayrışmaya dönüştürmemenin bilincinde olmak demektir.

Bu kâmil insan, artık gücü nispetinde varılabilecek en yüksek noktaya ulaşmış kişidir. Biricik ve evrensel hakikate ulaşmak için farz kılınan hususları yapıp, nafile ibadetlerine de dikkat ettiği için Allah’ın rızasını kazanmıştır. Bu kişinin Allah sevgisi karşılıksız kalmayacaktır.

Allah’ta onu sevecek, gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olacaktır.2 Bu duruma erişmek için takip edilecek örnek insan, Hz. Muhammed’dir. Allah’a ve ahirete kavuşmaya inanan ve Allah’ı anan kişiler O’na uyduğu sürece, Allah da onları sevecek, esirgeyecek ve bağışlayacaktır (Ahzâb, 33/21; Âl-i İmrân, 3/31; A’râf, 7/158).