Açık Kâinat

Bu noktada İslamiyet’in “açık kâinat” görüşünün önemli bir fark oluşturacak şekilde öne çıktığını görmekteyiz. İncelemeye açık, okumaya açık, katılıma açık… Ama en önemlisi de, insanın yaratılışına (fıtrat) uygun bir özellik taşıyan dış dünya veya tabiatın, aynı zamanda İslam’ın mesajının kaynağıyla da aynı kökten gelmesi, kâinat endeksinde insanın yolunu bulmasını kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır.

Şöyle ki:
Kendi şahsımızdaki (enfüs) ayetlere olduğu kadar kâinattaki (âfâk) ayetlere de bakmamızı isteyen metnin kendisinin de “ayet”, yani Allah’ın birliğine götürecek bir ‘işaret’ olması, İslam’ın iç içe ama birbiriyle şaşırtıcı derece uyumlu “üç dünyanın birliği”ni yaratılışın kökenine bağlama noktasındaki üstünlüğünün açık bir tezahürüdür. İnsanın egosunun (benliğinin), kâinattaki varlıkların ve bizzat Cenabı Hakk tarafından indirilen Kur’an-ı Kerim’in (ve diğer sahih vahiylerin) sayfaları üzerine yazılmış olan yazıların aynı mesajın farklı katmanlardaki tezahürleri olduğu bilinince, felsefi sistemlerin karmaşık izahlarından uzak, kolay kavranılan ama aynı zamanda yaratılışın derinliğine, hatta köküne inen bir yaklaşımın içerisinde buluruz kendimizi.

İşte Kur’an’ın, dünya nimetlerinin insanın emrine musahhâr kılındığı yolundaki uyarıcı ayeti, aynı zamanda insanın her yaratılan varlığa saygıyla yaklaşmasını öngören ilkesiyle beraber düşünüldüğünde, bu derin tavrın, dünyaya açık ama aynı zamanda onun nimetlerinden yararlanıp bu defa eşref-i mahlûkât (yaratılanların en şereflisi) kabul edilen insanın, bu dünyada meydana getireceği medeniyete de yansıyan bir boyutu olacağı tabiidir. Dolayısıyla İslam’ın temel yaklaşımının meyvesi olan bu medeniyet, vahiy-merkezli olmakla birlikte dünyayı Hristiyanlıkta olduğu gibi murdar, pis ve sakınılması gereken bir “şeytan ülkesi” gibi görmeyecektir.

İslam mesajı, muhatap aldığı kişi (Müslüman) ile o kişinin içinde yaşadığı tabiatı ahenge kavuşturmayı amaçlamakta, hatta bir adım daha ileri giderek içinde yaşadığı sosyal çerçeveyi (ümmet) de bireyle, tabiatla ve Yaratıcıyla ahenkdar kılmayı hedeflemektedir. Böylece insan-toplum-kâinat-mesaj-Yaratıcı zinciri, insanlığın saadetini sağlayacak bir kıvama getirilmekte ve hem tutarlı ve insicamlı, hem de araştırma ve düşünme kudretini ateşleyici bir sistem ortaya konulmuş olmaktadır.

Yakın yıllarda fizikçi David Bohm gibi bazı ünlü düşünürlerin de ifade ettikleri gibi, bütün kâinat bir diyalog hâlindeyse ve bu diyalogda her aktöre hürriyet tanınmışsa –zira aksi hâlde bir “diya-log” (karşılıklı konuşma) olmazdı bu–, kâinatın konuştuğu veya konuşmak üzere yaratıldığı gibi ilginç bir sonuca ulaşırız. Kâinat kitabı da, vahiy kitabı da okunmayı ve anlaşılmayı, sonra da kendileriyle diyaloğa geçilmesini beklemektedir. İnsan bu diyalog bandının nirengi noktasıdır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, insan, oluşturacağı etkin iletişim ortamı aracılığıyla varlık zincirindeki bu konuşma potansiyellerini açığa çıkaran ve bir orkestra şefi gibi hepsini birbirine rapteden, hatta tercüme eden bir “dünya ekseni” olmak için yaratılmıştır.

Bunun için yaratılmıştır insan; ne var ki, her insan ferdinin bu zor görevi kendi başına başarması mümkün (veya kolay) olamayacağına göre, insan teklerinin bir arada olmalarından kaynaklanan sinerjiden yararlanma imkânları zorlanacak ve iş şansa bırakılmayarak ideal bir konuşma ortamının tesisi cihetine gidilecektir. İşte bu ideal konuşma ortamına biz “İslam toplumu” diyoruz. İslami literatürdeki ismiyle söylersek, ümmet. Demek ki ümmet dediğimiz topluluk biçimi, normalde ideal konuşma düzeyine ulaşma imkânını –çeşitli sebeplerle– yakalama imkânını bulamamış bireyleri de bu düzeye ulaştıracak “açık” bir vasattır ve tabiri caizse bunun için vardır, varlık sebebi budur. Bireysel arayışları engellemeyen ama genele de hitap eden bir araştırmanın cevapları, bu topluluğun şifreleri içinde kapsanmış bulunmaktadır.

Varlığın sahip olduğu büyük potansiyellerin açığa çıkartılması görevi, insanın sırtına yüklenmiştir ve bu yükleme de, “emanet” olarak nitelendirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de dağlara teklif edildiği fakat onların
üstlenmekten kaçındıkları ifade buyurulan kutsal emanet (Ahzâb, 33/72), varlığın köküne inen bir temele sahiptir ve insanın bu dünyadaki göre vinin diğer insanlara hayırda bulunmak şeklinde tarif edilmiş olmasını da bu çerçevede yorumlamak gerekmektedir. Yani kendi imkânlarıyla potansiyelini geliştirme imkânına kavuşamamış hemcinslerin de takıldıkları maddi veya manevi engellerden kurtarılarak yollarına devam etmelerine imkân tanıyıcı bir rol üstlenmek, bir insanın bu dünyada yapabileceği en büyük hizmetlerden sayılmaktadır.

Bir bilim adamı, nasıl laboratuvarında, maddenin içindeki özellikleri öğrenip onun gelişme imkânı bulamamış potansiyelini açığa çıkarıyor ve onu yeni bir oluşumun içine sokuyorsa, aynı şekilde bir Müslüman da, toplumuna ve çevresine aynı gözle bakmakla ve onlara takıldıkları olgunlaşma noktasında yardımcı olmakla yükümlüdür.