İbadetin Tanımı

İbadet, sözlükte, “boyun eğme, alçakgönüllülük, itaat, kulluk, tapma, tapınma” gibi mânâlara gelir. Dinî bir terim olarak ibadet, geniş anlamıyla, “Mükellefin, Rabbine tazim için nefsinin arzu ve isteklerinin aksine hareket etmesi”, “Allah’a karşı saygı ve tevazuun en yüksek derecesi”; dar anlamıyla ise, “Niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan, Cenabı Hakk’a yakınlık ifade eden ve özel bir şekilde yapılan taat ve fiiller” demektir. “Kulluk (ubudiyet)” ile “ibadet” kelimeleri aynı mânâya gelmekle birlikte, “Allah’a karşı kulluk ve bağlılığımızı birtakım söz ve hareketlerle ifade etmek” anlamındaki ibadet; “yetersizlik, acz ve eksikliği açığa vurmak” demek olan ubudiyet (kulluk) kelimesinden daha kapsamlıdır. Aliyyü’l-Kârî ise ibadeti, “Rabbin razı olduğu fiilleri yapmak”; ubudiyeti, “Rabbin yaptıklarına razı olmak” şeklinde tarif etmiştir.

İnsanlar hangi devirde olursa olsun, bütün varlık âlemine hâkim olan, üstün bir kudretin bulunduğuna iman ederek, ona saygı göstermişlerdir. Bu durum yalnızca semavi dinleri kabul eden toplumlarda değil, ilkel kavimlerde de görülmektedir. Tarih ve psikoloji ilminin verileri, insanda din duygusunun ve kulu olduğunu düşündüğü yaratıcıya karşı duyduğu sevgi ve saygı, korku ve ümit, niyaz ve ibadet duygularının fıtri olduğunu göstermektedir. Bu sebeple, ibadetler konusu Allah tarafından gönderilmiş olan bütün ilahî dinlerin de temel esasları arasında yer almıştır. Kaldı ki, dinler, insan-Tanrı ilişkisinin yalnızca birtakım soyut kuram ve kavramlar üzerine kurulmasını yeterli görmeyip, insanı Tanrı’ya daha çok yaklaştıran bazı somut davranışlar önerir. Dinin, soyut inanç boyutundan gözlemlenebilir ve yaşanabilir somut bir form hâline gelmesini sağlayan bu davranışlar ise, çeşitli dua ve ibadetlerdir. Hatta, İslam dininde ibadetler, sadece Tanrı veya ona ulaşmak için yapılan belirli bazı sembolik işaret ve hareketlerle sınırlı tutulmayarak, hemen hemen bütün bir dünya hayatının “ibadet” hâline dönüştürülebilmesi için her dünyevi davranışa uhrevi bir hüküm (sevap, ceza) bağlanması yoluna gidilmiştir. Böylece, “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” (En’âm, 6/162) ayetinde belirtildiği üzere, Müslümanların dünya hayatındaki nihai amaçlarının Allah’a ve O’nun rızasına kavuşmak olduğu vurgulanmak istenmiştir. Böyle bir yaşamın tabii sonucu olarak ise insan, Muhammed İkbal’in de işaret ettiği gibi, yaratıcı ilahî gücün kalbinde hakiki bir yer tutar ve bu şekilde, çevresinde bulunan eşyanın hakikat derecesinden çok daha yüksek bir dereceye sahip olur. Zira, bünyesinde taşıdığı çeşitli ahlaki gerilimlere rağmen o, Cenabı Hakk’ın yaratmış olduğu bütün yaratıklar içerisinde, hâlikının yaratıcı hayatına şuurlu bir şekilde katılmaya layık ve muktedir olan tek varlıktır.2 Şu kutsî hadis bu anlamı daha açık bir şekilde ifade etmektedir:
Her kim bana kulluk eden (dost) bir kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harp ilan ederim. Kulum, sevdiğim şeyler içinde kendisine farz kıldığım ibadetleri yerine getirmesi kadar başka bir şeyle bana yakın olamaz. Sonra kulum nafile ibadetleriyle de bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu
tamamen severim. Ben kulumu sevdiğim zaman, artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı derecesinde olurum.Buhârî, “Rikâk”, 38.

İnsanın tapınma eylem ve işlemleri olarak ibadet, onun hayatında meydana gelen geçici ve tesadüfi bir olay değil, bilakis bütün beşer hayatının en esaslı, gerçek ve anlamlı bir ifadesidir. Nitekim, Kur’an-ı Kerim canlı ve cansız her varlığın Allah ile kulluk ilişkisi içerisinde olduğunu, fıtri ve deruni bir bağ ile Allah’a yöneldiğini bize haber vermekte, göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendi varlık ve ifade şekline uygun bir biçimde Allah’ı anmakta, O’na boyun eğerek secde etmekte, dua ve ibadetle O’na yaklaşmaya çalışmakta olduğunu haber vermektedir (Ra’d,13/15; Nahl, 16/48, 49; İsrâ’, 17/44; Rahmân, 55/5-6). Yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, gökte bir dizi hâlinde uçan kuşlar gibi varlıklar, Allah’ın istedi-ği şekilde ona ibadet ederler (Hac, 22/18; Nûr, 24/41). Ayrıca, insanlar ve cinler de Allah’a ibadet etsinler diye yaratılmıştır (Zâriyât, 51/56). İnsanoğlu bu gayeye uygun olarak, kendisine verilen bütün görevleri ifa etme derecesine göre Allah’a yaklaşır ve imtihanını başarıyla geçerek meleklerin dahi karşısında eğildikleri (Bakara, 2/34; A’râf, 7/11; Kehf, 18/50) varlıkların en şereflisi konumuna yükselir (Tîn, 95/4). Ancak, insanlar ile kâinatta bulunan diğer canlı ve cansız varlıkların ibadetleri arasındaki temel fark, doğal nesnelerin ibadet ve duaları tamamen zorunlu birer itaat niteliğinde iken, insanların ibadetleri, onların “seçme” hak ve özgürlükleri neticesinde, tasarlanmış ve kararlaştırılmış bir tarzda yapılan, iradî bir kulluktur. Şayet, insanın irade ve hareketleri de tıpkı bir makine gibi belirlenip sınırlandırılmış olsaydı, o zaman insanın hürriyetinden ve bunun sonucu gerçekleşen hayır ve iyiliklerinden bahsetme imkânı kalmazdı. Çünkü hayır ve iyilik yapmanın ilk şartı hürriyettir. Bu hürriyet ise, hem hayrı hem de hayrın aksini seçme imkânını içermektedir. İlahî iradenin iyilik ve kötülüğü seçme ve işleme konusunda insanı özgür bırakmış olması, aslında Yüce Allah’ın insana olan büyük güveninin de bir ifadesidir.

Ne yazık ki, insanlar bazı devirlerde bu güveni sarsarak, yaratılış gayesinden uzaklaşarak nefislerinin arzu ve isteklerine, dünya menfaatlerine veya gerçek olarak zannettikleri çeşitli hayallere ya da birtakım bâtıl tanrılara tapmışlardır. İslam’ın temel amaçlarından biri, insanı bütün yanlış inanç ve kulluklardan kurtararak, gerçek Rablerini tanıtmak ve yalnızca O’na kulluk etmesini sağlamaktır. Mümin bir kimsenin Allah karşısındaki kulluk bilinci ve tapınma isteği, ne soyut bir düşünce ve kanaatle ne de belirsiz bir deruni duyguyla açıklanabilir. Kişilik bütünlüğü içerisinde Allah’a yönelen dindar bir kişi için ibadet, kapsayıcı bir insani tutumdur. Allah’a kulluk ve O’na yakınlaşma niyet ve arzusuyla yapılan veya terk edilen her davranış, ibadet kapsamına girer. Bu çerçe vede, İslam’a göre, ibadet ve kulluk, sadece namazlar ve çeşitli dualardan ibaret olmayıp, bir müminin Yüce Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yaptığı dünyevi her türlü güzel ve yararlı iş (amel-i salih) bir nevi ibadet kabul edilmiştir. İnsan, ibadetleri sayesinde, Allah’ın kendi üzerindeki ontolojik hâkimiyetini tanıyarak, O’nunla ahlaki bir ilişkiye girer. Böylece, gerçekten “kul” oluşunu, varlıklar içerisindeki yerini, gücünü ve gücünün kaynak ve sınırlarını anlar. Allah’ın mutlak kudretiyle, her zaman ve her yerde hazır olduğunun farkına varan bir insan, bu farkında oluşun ışığı altında, kendi varlığını yeniden konumlandırır. Böyle bir kulluk bilinci ise, insanı, Yüce Yaratıcı dışındaki her türlü canlı-cansız kişi, kurum, telakki ve eşya karşısında köleleşmekten kurtararak, ona tam bir özgürlük kazandırır.

Öte yandan, insan için ibadet, akli ve vicdani bir vazifedir. Temiz vicdanına ve selim aklına müracaat eden kimseler, Allah’ı tasdik ve ikrarla ona karşı ibadet ve itaatin hakikaten bir görev olduğunu anlamakta güçlük çekmez. Çünkü dünya hayatı, sevinçlerle kederlerin sürekli olarak karşılaştığı ve çatıştığı bir alandır. İnsan, hayatında karşılaştığı veya karşılaşacağı bütün sevinç ve kederlerin, ümit ve korkuların sebep ve kaynağının yalnızca kendisi olmadığını, aklı ve tecrübeleriyle az veya çok anlar. Bu anlayış insanı, Allah’ın dilemesi ve yardımı olmaksızın ne kadar âciz ve yetersiz olduğu sonucuna götürür. İşte, asıl kulluk da insanın bu acziyetini anlamasıyla başlar. Hem kutsalla ilişki biçimi hem de dindarlığın bir ifadesi olan ibadetler, insan benliğinde psikolojik bir alan açarak onda manevi bir coşkunluk, kendinden geçme, huzur bulma, heyecan ve motivasyon yaratma gücüne sahiptir. İbadetler bireyin yaşam, ölüm ve ölüm ötesi gibi varoluşsal dinamikleri anlamlandırmasında ve varoluşun getirileriyle yüzleşmesinden kaynaklanan çatışmaları aşmasında, ona çok önemli katkılar sağlar.