Kur’an-ı Kerim Mekke Arap toplumuna indirildiginde, bölge halkı sözlü kültür ve edebiyatın zirvesinde bulunuyordu. Toplumda okuma yazma seviyesi yüksek olmasa da insanlar sözün güzel, ince ve düzgününü bozuk ve kaba olanından ayırt edecek bir kültür seviyesine ve dil yetkinligine sahipti. Edebi bir dil ve üslup ile Mekkelilere hitap eden Kur’an-ı Kerim, kısa zaman içerisinde onların dikkatini çekmeyi ve bütünüyle toplumun gündemini belirlemeyi başarmıştır. Ancak Kur’an-ı Kerim edebi söz güzelligi ile anlamı ve konu zenginliğini bir arada sunduğu için zamanla toplumun bazı kesimlerinin ona bakışında farklılaşmalar meydana geldi. Kur’an’da yer alan Allah, peygamber ve ahiret merkezli anlatım bazı kimselerin hoşuna gitmemekle birlikte Kur’an, üslup ve anlatım bakımından ilgilerini çekmeye devam ediyor ve onu dinlemekten kendilerini alamıyorlardı. Ana dili Arapça olan bu insanlar, Kur’an’ın ne demek istedigini, ince göndermelerine varıncaya kadar anlayabiliyorlardı.
Mekke toplumunun bir parçası olan ilk Müslümanların Kur’an’ı anlama bakımından durumu farklı değildi. Buna rağmen Hz. Peygamber (sas.), Müslümanları Kur’an’ı sürekli okuma ve manaları üzerinde düşünme noktasında yönlendirmekteydi. Bu telkinler sonunda, Kur’an-ı Kerim’i okumak, Müslümanlar için hayatlarının en önemli gayesi haline gelmiştir. Onlar için Kur’an-ı Kerim’i okumak, onu anlamak ve ona göre yaşamak demekti. Çünkü onların büyük çoğunluğu, okuma yazma bilmemeleri sebebiyle ezberledikleri Kur’an ayet ve surelerini ezberlerinden okuduklarında anlamlarına nüfuz edebiliyorlardı.
Kur’an ile aralarında dil, kültür, duygu, zaman ve mekan engeli yoktu. Birkaç şekilde yorumlanması mümkün olan ayetleri anlama problemi çektiklerinde de Resulullah’a başvuruyor ve doğru yorumu elde ediyorlardı.
Hz. Peygamber’in (sas.) vefatından sonra İslam toplumunun genişlemesi devam etmiş ve çok sayıda topluluk ve millet Müslüman olmuştur. Bunlar da Kur’an’a sahabe kadar değer vermekle birlikte onu anlama bakımından sahabenin avantajlarına sahip değillerdi. Başta dil, ardından kültür, zaman ve mekan engeli vardı. Ancak İslam’ın insanlara tanıdığı hoşgörü ortamı, bu engellerin olumsuz tesirini en az düzeye indirmekteydi. Sahabeden sonra gelen ve sahabenin eğitiminden geçen tabiun nesli içerisinde yer alan tefsirci (müfessir) ve hadisçilerin (muhaddis) çoğunlukla Arap olmayan Müslümanlar arasından çıkmış olması, bunun en açık delilidir. Sahabe ve tabiun vasıtası ile Müslüman olan insanlar, Hz. Peygamber’in Kur’an’ın okunması ve öğrenilmesi ile ilgili tavsiyelerine büyük değer vermiş ve Kur’an eğitiminin yaygınlaştırılması için çaba göstermişlerdir. Onun Medine’de başlattığı mescit merkezli Kur’an eğitimi, imkanların artmasına paralel olarak daha da yaygınlaştırılmış ve zamanla özel Kur’an eğitimi ve- ren merkezler açılmıştır. Mescitler ise aynı işlevini günümüze kadar sürdürmüştür.
