Kur’an her şeyden önce insanı, tabiatın bir parçası olan doğal bir varlık olarak görür ve değerlendirir. İnsanın topraktan yaratıldığına birçok ayette işaret edilmektedir. İnsan türünün ilk prototipi olan Hz. Âdem’in yaratılışına atıfta bulunulan ayette Allah, açıkça Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığını söylemektedir: “Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım’.” (Sâd, 39/71). Bu durumda, Hz. Âdem’in soyundan gelen bütün insanların hammaddesi toprak olmaktadır. Bu ve benzeri ayetlerde geçen toprak kavramı (balçık, çamur), insan yapısının, tabiatta bulunan maden ve minerallerden meydana geldiğini ifade etmektedir (bkz. Hicr, 15/26; En’âm, 6/2; Mü’min, 40/67; Rahmân, 55/14; Hac, 22/5).
Prototip olarak yaratılan ilk insandan sonraki nesillerin yaratılışında, farklı bir sürece geçildiğinden, bu gerçeğe atıfla Allah, kendi kudreti karşısında bireyin acziyetini ve konumunu ifade etmek üzere, bu kez tek tek insanların (hem dişi hem erkek) bir damla sudan yaratıldığını beyan etmektedir.
Mesela, “İki çifti, erkeği ve dişiyi, akıtılan bir damla sudan (nutfe, zigot) yaratan O’dur.” (Necm, 53/45-46), “Onu bir damla sudan (nutfe, zigot) yaratıp ona şekil vermiş; sonra ona yolu kolaylaştırmıştır.” (Abese, 80/19-20), “Sizi bayağı bir sudan yaratmadık mı?” (Mürselât, 77/20), “O, akıtılan bir damla meni (ile döllenmiş yumurta, nutfe) değil miydi? Sonra yapışkan bir nesne (embriyo) oldu, (Allah) onu yaratıp, ona şekil verdi”
(Kıyâmet, 75/37-38).
İnsanın yaratılışına işaret eden bütün ayetlerden, insanın hem tür olarak hem de tek tek yaratılışının tabii bir süreç ve olay olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Kur’an bununla yetinmeyip, tabii bir varlık olması yanında, bireye onu diğer yaratıklardan ayıran yönünü açıklamıştır. Bu ayrıcalık, Allah’ın ona bizzat kendi ruhundan üflemiş olmasıdır. İlk kez Hz. Âdem’in yaratılışında gerçekleşen bu olay, insanın aynı zamanda birey olmaya da namzet olduğuna işarettir. Şöyle ki Allah, meleklere, “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman secdeye kapanın! İblis’ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O büyüklük taslamış ve inkârcılardan olmuştu.” (Sâd, 39/71-74) dediğinde, Hz. Âdem’i meleklerin karşısına tek başına birey olarak çıkarmıştı. Aslında, Allah’ın emri karşısında İblis’in, büyüklük taslayarak emre itaatsizliği, kendi bireyselliğini kanıtlama çabasının ifrata kaçmasından başka bir şey değildir.
Bu ayette bireyselliğin de sınırları olabileceği görülmektedir. Ancak, diğer taraftan, şeytan ve insan arasındaki ezelî rekabet, bireyselliklerin çatışması diye de okunabilir.
Kur’an’ın üslubu ve ortaya koyduğu söylem açısından analiz edildiğinde her ne kadar açık seçik bir birey tanımı yapmasa da, hitap ettiği kitlenin tüm insanlar olduğu yerde bile gerçek muhatabının tek tek bireyler olduğu rahatlıkla sezilebilmektedir.
Çünkü O’nun “emanet” olarak tanımladığı hedef, yani tüm insanların birlikte gerçekleştirerek paylaşacakları huzur, barış ve mutluluk dolu bir hayat, bu görevin üstesinden gelebilecek donanıma sahip bireylerin önüne konmuştur (Ahzâb, 33/72).
Çünkü şeytanın desiselerine maruz kalan peygamberlerle beraber, –ki her biri mensup oldukları topluma rağmen asli tabiatlarını şeytanın desiseleri karşısında koruyabilmiş bireylerdir– benliklerini (kişilik bütünlüğü) sahip oldukları gerçek iman ve irade gücüyle ayakta tutabilen bireyler, sadece Allah’ın emanetinin gereğini yerine getirebilir.
Bunun sebebi, benlik sahibi kişilere, yani bireylere, şeytanın gücünün yetmeyeceği gerçeğidir (Nahl, 16/99). Benlik yapısındaki düzen ve ahenk birtakım içsel ve dışsal faktörlere bağlı olarak bozulabilse de, birey olabilmeyi başarmış insanlar, tabiatlarındaki asli özelliklerine, –güçlü irade ve doğru algılayışlarının da yardımıyla–, tekrar Allah’a dönerek ve O’nu sürekli hatırlayarak birey olmanın yegâne anlamı olan benliklerini (bütüncül şahsiyetlerini) güçlendirebilir. Aksi ise bireylikten uzaklaşma ve parçalanmış (şizoid) bir kişilik demektir.
Kur’an, Allah’ı anmadıkça kalplerin huzura (ahenk ve bütünlük) kavuşamayacağını açıkça ifade etmektedir:
İnananlar, Allah’ı anmakla gönülleri huzur bulan kimselerdir.
Şunu iyice bilesiniz ki, gönüller ancak ve ancak Allah’ı anmakla huzura erer (Ra’d, 13/28).
Bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılabileceği üzere, Kur’an, mutluluğu öncelikle bireysel bir sorun olarak insanın önüne koymaktadır.
İnsanlar tek tek mutluluğun peşinden kendi imkân ve donanımlarıyla koşacak ve onu tek başlarına yakalamaya çalışacaklardır. Çünkü bir başkasının Allah’ı anmasının bir diğerine bir faydası olmayacaktır.
Kur’an’ın atfettiği önem nedeniyle, bireyi öne aldığını söylememize imkân veren bir başka kavram da “takva”dır. Bir anlamda insan kişiliğindeki hassas denge hâline işaret eden bu kavram, dengedeki bozulmanın neden olabileceği olumsuz sonuçlara karşı bireyin kendisini muhafaza etmesini ifade etmektedir. En kısa deyişle takva, insanın, birey olma bilinciyle, gerçeklik karşısında benliğini koruma gayreti içerisinde haddini aşmayarak dengeyi devam ettirmesidir.
Yukarıda da değinildiği üzere, bu denge hâli zaman zaman küçük sekmelerle bozulabilse de, bireylerin gayretleriyle devam ettirilebileceği konusunda Kur’an’ın tavrı oldukça iyimserdir.
Allah, küçük günahlarla ilgili hususlarda bunu şöyle beyan etmektedir: Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız (Nisâ’, 4/31).
Onlar ki, kötülüklerin büyüklerinden ve hayâsızlıktan sakınırlar, yalnız bazı küçük kabahatler işleyebilirler. Şüphesiz, Rabbinin bağışı çok geniştir (Necm, 53/32).
Kur’an, Allah’ın tek tek insanların yaptıkları güzel ve faydalı eylemleri mükâfatlandırdığı gibi, işledikleri hataları da bizzat kendisinin affedebileceğini ifade ederken, birey için Allah’ın yeterli olduğunu ve bireyin bir başkasını aracı kılarak şefaat dilememesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Günahlarını itiraf edip, yararlı işlerle kötü işleri birbirine karıştıran başkaları da vardır. Allah’ın onların tövbelerini kabul etmesi umulur. Kuşkusuz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir (Tevbe, 9/102).
Kur’an hataların, ancak hatayı işleyen kişi tarafından vakit geçirmeden yapılacak içten ve samimi bir tövbeyle affedilebileceğine dikkat çekerken, insanları bir başka önemli noktaya yönlendirmektedir. O da suç ve cezanın bireyselliği ilkesidir. Her birey, ancak kendi işlediği suçun hesabını vermekle yükümlüdür. Dolayısıyla, bazı dinlerde olduğu gibi Allah ile insan arasına herhangi bir aracının girmesine müsaade edilmemektedir. Çünkü aksi, kişinin bireyselliğinin ihlali olurdu. Onurlu birey, Allah’ın karşısında tek başına dimdik ayakta durabilme cesaretine ve gücüne sahip olmakla sorumludur.
İnanan bireylere hitaben Kur’an der ki: “Hiçbir kimsenin diğerinin adına bir şey yapamayacağı, hiçbir aracının kabul edilmeyeceği, hiçbir karşılığın alınmayacağı ve insanların hiçbir yardım görmeyecekleri kıyamet gününden sakınınız” (Bakara, 2/48). Kıyamet günündeki durumu tasvir eden benzeri ayetlerdeki manzara, bireyselliğin ve tekbaşınalığın doruk noktası olarak görülebilir. Böyle bir güne hazır olmanın ön şartı, birey olmayı başarabilmektir. Kur’an böylece, kabileciliğin ve kavmiyetçiliğin hüküm sürdüğü bir toplumsal yapı içerisinde değersizleşen insan onurunun yeniden hak ettiği düzeye çıkabilmesi için, bireyin evrendeki konumuyla ilgili bilinç düzeyini yükseltmeyi hedeflemektedir.
Kur’an’ın aynı zamanda idealize ettiği insanlık projesinde bireyler, birbirinden kopuk ve ilintisiz monadlar gibi hareket eden varlıklar değildir. Tam tersine, kendisi için istediğini bir başkası için de istemedikçe gerçek bir mümin olamayacağı bilinciyle sürekli iyinin ve güzelin elde edilmesinin peşinde koşan kimselerdir.
